Hakkında

 

Edward’ın Ölümünün 20. Yılında

Oryantalizmi Yeniden Düşünmek

 

Uluslararası Sempozyum

(Yalova- 31 Ekim 1-2 Kasım)

Bu sempozyumun konusu, genelde oryantalizm özelde ise, Edward Said sonrası oryantalizmdir. Oryantalizm bir düşünce biçimi ve uzmanlık alanı olarak birbiriyle örtüşen birkaç alanı içerir: İlk olarak Avrupa ve Asya arasında değişken tarihsel ve kültürel ilişkiyi; ikinci olarak, XIX. yüzyılın ilk yarısından itibaren çeşitli Doğu kültürlerinin ve geleneklerinin incelenmesinde uzmanlaşılmasına yol açmış olan Batı’daki bilimsel disiplini ve üçüncü olarak da, dünyanın Doğu olarak isimlendirilmiş olan şu anki önemli ve siyasî açıdan dikkatleri üzerinde toplayan bölgesi hakkındaki ideolojik varsayımları, imgeleri ve hayalî resimler.

Said (1999: 13) bir söylem olarak incelenmesini önerdiği oryantalizmin kapsamlı bir tarifini sunar: “İster özel ister genel yönleriyle uğraşsın -antropolog, sosyolog, tarihçi ya da filolog olması fark etmez- Şark hakkında yazan, ders veren ya da Şark’ı araştıran kişi Şarkiyatçıdır, yaptığı iş de Şarkiyatçılıktır. [Ş]arkiyat, ‘Şark’ ile (çoğu zaman) ‘Garp’ arasındaki ontolojik ve epistemolojik ayrıma dayanan bir düşünme biçimidir. [Ş]arkiyat, ‘Şark’ ile (çoğu zaman) ‘Garp’ arasındaki ontolojik ve epistemolojik ayrıma dayanan bir düşünme biçimidir. [K]abaca belirlenmiş bir başlangıç noktası olarak 18. yüzyıl sonu alınırsa, Şarkiyatçılık, Şark’la –Şark hakkında saptamalar yaparak, ona ilişkin görüşleri meşrulaştırarak, onu betimleyerek, öğreterek, oraya yerleşerek, onu yöneterek- uğraşan ortak kurum olarak, kısacası Şark’a egemen olmakta, Şark’ı yeniden yapılandırmakta, Şark üzerinde yetke kurmakta kullanılan bir Batı biçemi olarak incelenebilir, çözümlenebilir.” (Said, 1999: 12-13).

Oryantalizmin akademik bir disiplin olarak kurumsallaşması XIX. yüzyılda gerçekleşmişse de, Batı’nın Doğu’ya olan ilgisinin tarihi ve Doğu hakkındaki muhayyilesinin oluşum süreci çok daha eskidir. “Batı’nın Doğu’ya bu muhayyilesi”ni belirleyen özellikler Doğu ile Batı arasındaki ayırımda yatar. Doğu ile Batı’yı ayrıştıran sınır ise tarih boyunca çok değişkenlik gösterir. Haçlı seferleri zamanında Doğu’dan kasıt İslam dünyasıydı. Osmanlı’nın yükselişiyle birlikte ise akla Osmanlılar ve Türkler geliyordu.

İslam fetihleri hakkında Hıristiyan önde gelenlerinin ilk tepkilerinin ne olduğu tam olarak bilinmemekle birlikte, 7. yüzyılda yazıldığını bildiğimiz kimi eserlerdeki tepkiler çok da olumsuz değildir. Fakat Haçlı Seferleri ile Batı Hıristiyanlığı; Batılı zihinlerde, İslam ve Müslümanlar hakkındaki temel imgeleri oluşturmaya başladı.

Siyasî ve ekonomik ilişkilerin gelişmesi, Doğu’yu gezen seyyahların ve misyonerlerin sayısındaki artış ve Avrupa’da Hıristiyanlığın ideolojik birliğinin ve hâkimiyetinin sarsılışı; 16. yüzyılda, Müslüman Doğu hakkında daha objektif bilgilerin derlenmesine imkân tanıdı. Bu yüzyılın sonunda birbirine zıt sosyal ve tarihî bütünlükler olarak Doğu-Batı sembolleştirmesi henüz açık bir şekilde belirmemişti ama şartlar böylesi bir durum için olgunlaşmıştı.

Avrupa’nın tarihsel olarak en önemli rakibi olarak Müslüman dünyanın farklı bölgeleri hakkındaki seyahat notları, siyasî yazılar ve başvuru kaynakları; Avrupalılar için, önyargısız bir bilgiden çok kendilerinin bilincine varma, özeleştiri yapmak gibi bir ihtiyaca da karşılık geliyordu. Aydınlanma Çağı, Avrupa’da, Doğu’nun dinî olmayan kaygılarla araştırılmasının yolunu açtı ve onları teşvik etti. Edward Pocock ve Simon Ockley gibi şahsiyetlerin çalışmalarıyla birlikte  İslam Peygamberi Deccal olarak değerlendirilmekten kurtuluyordu.

18. yüzyılın son çeyreğinden itibaren Avrupa’nın Doğu hakkındaki görüşünü belirleyen olay emperyalizmdir. Bu çerçevede oryantalizmin akademik bir disiplin olarak kurulmasında iki önemli sömürgecilik tecrübesi önemlidir: 1798’de Napolyon’un Mısır’ı işgal girişimi esnasında kurduğu Institut d’Egypte’in çalışmaları ve İngiltere’nin Hindistan’daki sömürgeci politikalarının bir parçası olarak kurduğu Bengal Asya Cemiyeti’nin (1784) faaliyetleridir.

Bu girişimlerle paralel olarak, 1795’te Paris’te Louis Langlés’in çabalarıyla Yaşayan Doğu Dilleri Okulu kuruldu ve önemli bir işlev üstlendi. Modern İslam ve Arabiyat araştırmalarının kurucusu kabul edilen Sylvestre de Sacy (1758-1838) kurumun başına getirilmesiyle YDDO, laik bir oryantalist kurum örneği sunuyordu. Paris ve Viyana’daki kurumlar, tercüman yetiştirmek gibi ticari ve siyasî kaygılar ve ihtiyaçlar yüzünden teolojik bağlardan kurtulmuş bir eğitim takip etmeye başladılar.

Bu dönem, peş peşe oryantalist derneklerin kurulduğu ve dergilerin çıkarıldığı bir dönemdir. Bu derneklerde ve üniversite kürsülerinde toplanan uzmanlar grubunun temel görevleri Arapça ve İslam dünyasının diğer dillerini öğrenmek, öğretmek, bu dillerde yazılı eserleri anlamak için araçlar sağlamaktı. Bu çerçevede Müslüman dünyasında konuşulan dillere ait pek çok sözlük ve gramer kitabı ürettiler. Büyük Avrupa kütüphanelerindeki el yazmalarını katalogladılar ve İslam kültürüne ait ilahiyat, hukuk, tarih ve edebiyat eserlerinden önemli ve değerli gördüklerinin tıpkı basımlarını yaptılar.

Yavaş yavaş modern sosyal bilimler oryantalist çalışmalarda kullanılmaya başlandı. Oryantalistler, sosyologların tezlerinden yararlanmaktaydılar, ancak antropolojinin oryantalist çalışmalarda kullanımı daha yaygın ve etkiliydi. Bunların yanı sıra, 19. yüzyılda edebiyat alanında “geniş okur kitlesi”ne hitap eden popülist bir Doğu imgesi oluşturuldu. Warburton’un eserinde Doğu hiç bitmeyen bir eğlence ve ilginçlik kaynağı olarak aktarılıyor, Beyaz Adam’ın Doğu’daki egemen konumu ve saygınlığı anlatılıyordu.

Yüzyılın dönüm noktasında iki önemli oryantalistin, Ignaz Goldziher’in ve Hollanda sömürge yönetimlerine uzun yıllar danışmanlık yapan Christiaan Snouck Hurgronje’nin çalışmaları, Müslüman toplumlara yönelik oryantalist bakış açısının gözden geçirilmesi gerektiğini gösterdi. Hurgronje, İslam dünyasının yaşayan ve değişen bir gerçeklik olduğu sonucuna varmıştı. Ona göre, Hollanda, sömürgelerindeki siyasetlerini bu gerçek ışığında yeniden düzenlemeliydi.

İkinci Savaş sonrasında oryantalist çalışmalar, çağın bilimsel ve teknolojik araçlarıyla daha da zenginleşerek modern beşerî bilimlerin metodolojilerinden, açıklama modellerinden önemli ölçüde yararlanmaya başladılar. Uzun zaman ilgilenilmeyen ekonomik tarih ve sosyal tarih, sayıları gittikçe artan ve kendilerini artık ilgilendikleri ülkeyi ya da bölgeyi tanımlayan -Türkolog, Mısırolog, Sinolog ya da Arabiyatçı, İslamiyatçı gibi- isimlerle tanıtan uzmanlar tarafından işleniyordu. Bu gelişmelerde dünya siyasetinde değişen dengelerin de önemli bir katkısı vardı.

Birinci Savaş atmosferinde Doğu toplumları hakkındaki bilgileri sömürgecilerin siyasal hedefleri doğrultusunda kullanma eğilimi -Said’in ‘ajan oryantalist’ kategorisinde konumlandırdığı- Arabistanlı Lawrence, Gertrude Bell gibi isimlerde somutlaşır. 20. yüzyılın düş kırıklıkları ve belirsizlikleri, kavrayışlı Batılı aydınlarda, ötekiyle az ya da çok bilinçli bir yakınlaşma, sömürgeleştirilmiş halklarla bir barışma ihtiyacı uyandırmıştı. Bu yaklaşımlar ilk kez bu çağda dile getiriliyor değildi elbette.

İkinci Savaş sonrasında, değişen uluslararası dengelere paralel olarak Avrupa’daki oryantalist çalışmalar bir krize girer. Zaman filologların değil, tarihçilerin, hukukçuların, ekonomistlerin ve sosyal bilimler alanında faaliyet gösteren diğer uzmanların zamanıydı ve ABD tarafından gerçekleştirilen çalışmalardan ve düzenlemelerden, kurulan yeni organizasyonlardan ve modern çalışmalardan gıptayla bahsediliyordu. Özetle, modern ile klasik çalışmalar arasında bir denge kurulması arzulanmakta, oryantalist çalışmaların teşviki için finansal ve yeni teşkilatlanma ihtiyacından bahsedilmekteydi. İngiliz oryantalistlerinin alana ilişkin önerileri, ilerleyen zamanda ABD tarafından gerçekleştirilecekti.  İkinci Savaş sonrası koşullarda, Amerika’nın Orta Doğu’ya yönelik ekonomik ve siyasal ilgileri daha net bir biçimde şekillendi. Yeni dönemde, silah ve enerji sektörlerinin finansa ettiği vakıfların ve hükümetin desteğiyle, beşerî bilimlerden sosyal bilimlere, eski çağ araştırmalarından modern araştırmalara kadar hemen her alanda çalışmalar artırıldı. Oryantalizm, artık –ABD’nin dış politika ihtiyaçları doğrultusunda- dar bölgesel temelli olarak ve interdisipliner bir mantık çerçevesinde teşkilatlanıyordu.

ABD’deki oryantalist çalışmaların bir diğer özelliği de başlangıcından itibaren, bölge araştırmalarıyla özdeşleşmiş olmasıdır. 1950 sonrasında bölge araştırmaları, büyük ölçüde, ABD’nin küresel düzendeki konumuyla belirlendi. Columbia Üniversitesi’nde uluslararası kamu yönetimi ile ilgili bir eğitim programının kurulmasıyla başlamıştı. Princeton, Michigan, Indiana ve Pennsylvania üniversitelerinde kurulan dil bölümleriyle bu çabalar sürdürüldü

ABD, yukarıda bahsedilen siyasî ortamdaki değişikliklerin doğal bir sonucu olarak, oryantalist çalışmalar alanında Avrupa siyasetinin ve oryantalizminin olumsuz imajından azade kılınmış çalışmalar yapmayı tercih etmiştir. Fakat tüm bu yeniden yapılanma çabalarına rağmen Amerikan oryantalizmi, 19. yüzyıl Avrupa oryantalizminin Doğu hakkındaki hâkim temel yaklaşım biçimlerini de bünyesinde barındırmaya devam etmiştir. Bu süreklilik; hem ABD’nin de –nihayetinde- Batılı kolektif muhayyilenin bir parçası olması hem de Gibb, Grunebaum, Lewis gibi dönemin önde gelen bazı Avrupalı oryantalistlerinin ABD’de oryantalizmin inşa sürecinde eğitici ve yönlendirici olarak görev almaları suretiyle sağlanmıştır. Bu anlamda Amerikan oryantalizmi “süreklilik ve farklılaşma” özelliklerini birlikte gösterir.

19. yüzyılın sonundan itibaren oryantalistler arasında dillendirilmeye başlayan çalışma alanlarının yöntemlerine ve bakış açılarına yönelik kimi itirazlar, iki savaş arası dönemde fakat özellikle de 1945 sonrasında arttı ve Batı-dışı dünya entelektüellerinin de katıldığı bu eleştiriler, zamanla oryantalizmin temellerini sorgulayan bir niteliğe büründü. Eleştiriler, temelde 19. yüzyıl oryantalizmini hedef almıştır. 19. yüzyıl oryantalizmi, ideolojik oluşu ve Avrupa-merkezci özü dolayısıyla eleştiri konusu yapılmaktadır. Bu eleştirilerin rahatlıkla dillendirilmesinde ve kabul görmesinde, ABD’nin 1945 sonrasında yeni süper güç olarak ortaya çıkması da teşvik edici bir işlev görmüştür.

Oryantalist söylemin en ciddi eleştirmeni hiç şüphesiz Edward Said olmuştur. Said, ilk baskısı 1978’de yapılan ve “paradigma kurucu bir eser” olarak değerlendirilen Orientalism’de, Avrupa’nın Doğu ile bağlantılı kültürel, siyasî, iktisadî çıkarlarından kaynaklanan, kökü çok eskilere uzanan bir yazı geleneğini inceledi. Eser ne oryantalizm konusunu irdeleyen ne de oryantalizme eleştiri yönelten ilk kitaptı. Kendisinden önce de oryantalizm konusunda fikirler yürütmüş ve oryantalist düşünceye -özellikle de metodolojisine- ilişkin belli eleştirilerde bulunmuş şahsiyetlerden söz etmek mümkündür: Muhammed el-Behiy, Malik Bin Nebi, Mustafa Sibai, Meryem Cemile, Enver Abdülmalik, Abdullah Laroui, Yves Lacoste, Talal Esad, Bryan S. Turner vd. Ancak hiçbiri Said’in kitabının etkisine ulaşamadılar.

Orientalism’in bu denli ses getirişinde, Said’in alanındaki yetkinliğinin ve birikim zenginliğinin etkili olduğu muhakkaktır. Holbrook’un isabetle kaydettiği gibi, “Şarkiyatçılık’ın dehası aslında hepimizin bildiği bir şeyi söylemesi, ama buna eğitim kurumunun meşruiyetini katmasıydı.” (2000: 6). Ayrıca Filistin davası ile yakından ilgili bir şahıs -kendisinin de aynı zamanda Filistinli Hıristiyan bir Arap- olması da bir diğer önemli etkendir. Said’in Oryantalizm sözcüğünü meslekî bir uzmanlıkla sınırlandırmayışı ve sözcüğün genel kültür, edebiyat, ideoloji ve hem toplumsal hem de siyasal tavırlar bağlamında yürürlükte olduğunu göstermeye çalışması da eseri önemli kılan bir diğer unsur olarak zikredilmelidir. Foucault’nun bilgi-iktidar formülasyonunu kullanarak iktidar ile bilginin (sömürgeci Batı ile oryantalist bilginin) birbiriyle nasıl kaçınılmaz bir ilişki içerisinde olduğunu gösteren Said bu şekilde, o döneme kadar, araştırmalarını tarafsızlık ya da akademik merak saikiyle yapılan çalışmalar olarak açıklayan -bununla da tespitlerinin tartışmasız kabulünü bekleyen- oryantalistlerin görünürde objektif bir biçimde incelediklerini iddia ettikleri “olgu”ları nasıl değer-odaklı bir biçimde oluşturduklarını göstermeye çalışmasıyla da önemli bir etkiye sahip oldu.

Said, Foucault’nun kavramlarının yardımı ile bilginin nesnel değil, siyasal niteliğini vurgulamakta ve İngiltere, Fransa ve daha sonra da ABD’nde gelişen oryantalist çalışmalar ile bu ülkelerin Orta Doğu’daki emperyalist çıkarları arasındaki bağlantıyı göstermeye çalışır. Bu geleneği, Said, Avrupa’nın çok daha kapsamlı iktidar ve egemenlik yapılarının harekete geçirdiği “bir kültürel güç uygulaması olarak” değerlendirir. Edward Said’in eseri, söz konusu özellikleri sebebi ile hem yoğun bir övgüye mazhar oldu, hem de şiddetli bir tepkiye maruz kaldı. Orientalism, yayınlanışından bugüne değgin 30 yılı aşkın bir süre içinde, hakkında yazılmış sayısız tanıtım ve eleştiri yazısına ve üzerine yapılmış pek çok konferansa konu olmuştur. Kimilerince bir “polemik” olarak değerlendirilmiş, kimilerince ise dünyanın çok farklı milletleri için bir tarihsellik bilincini popülerleştirmişti. Kimileri ise Orientalism’de dile getirilen anlayışlar ışığında kendi çalışmalarını yeniden gözden geçirme ihtiyacı duydular (Said’in eleştirileri ve tetiklediği tartışmalar için bkz. Bulut, 2012).

Günümüzde oryantalist çalışmalar ikircikli bir pozisyonda bulunuyorlar. Bir yandan hem Batı’da hem de uluslararası akademik çevrelerde sorgulanmakta ve mahkûm edilmekte diğer yandan siyasal iktidarların ihtiyaç duyduklarında başvurdukları oryantalist klişeler ve hazır argümanlar olarak akademik disiplinler içerisinde işlevselliklerini ve etkinliklerini sürdürmektedirler. Bugün oryantalizm hakkında yapılan değerlendirmelerde, oryantalizmin ideolojik önyargılarla yüklü yapısını görmezden gelmeyen ve meşrulaştırmayan ama aynı zamanda oryantalist araştırmaların insanlığın bilgi birikimine yaptığı katkıları da yok saymayan ihtiyatlı bir tutumun takınılması gerekmektedir.